HIDIRELLEZ DİLEĞİ
Burcu Aliyi
ASYACA HİKÂYELER kitabından alıntı
Yeni Balkan Yayınları, 2023, s.151
Bugün altı Mayıs, Hıdırellez sabahı. Hâlâ tan ağarmış değil. Bizim evde bir koşturmaca başladı yine. Her Hıdırellez sabahı güneş doğmadan bir dalgalanma, bir heyecan ve bir koşturmaca olur bizim evimizde. Yerimizde duramaz, dışarıya, kırlara ve ovalara bir çağlayan gibi akmak isteriz. Renkler karıştı yine birbirine; yeşil ve kırmızılar dans ediyor yine.
Sunaaa!
Efendim anne!
Kızım hadi, güneş doğacak neredeyse koş, Pirinç çeşmeye ancak ulaşırız. Acele et!
Tamam anne geliyorum.
“Offf, hıdırellezlik alınan ayakkabılarım nerede, ya kıyafetim. Allah’ım nereye koydu. Annemler bekleye dursun ben hâlâ giyinmedim bile. Toprak ananın karşısına eski kıyafetle mi çıkayım? Güneş de doğacak, koş Suna koş.”
Suna hıdırellez heyecanı ile kıyafetlerini nereye bıraktığını unuttu. Asında kıyafetleri yastığının altında idi. Gece baka baka unutmuştu orada. Hıdırellezlik kıyafet pek önemliydi onun için.
Bayramdı küçük Yörük kızı için bugün. En sonunda buldu, elbisesini yanlışlıkla tersine giyiverdi, ayakkabılarını da giydikten sonra kınalı ellerini yumruk yapıp hızlıca koştu annesinin yanına. Komşular onu bekliyordu az da ilerlemişlerdi. Konu komşu herkes güzel kıyafetlerini giymişti bugün. Gül kokuyordu herkes. Kulaklarına pembe birer gül asmıştı herkes. Pembe gül. Pembe gül yok muydu insanın başını döndürüyordu o mis kokusu. Evlerin vazgeçilmeziydi o.
Ellerde sopalar, çiçekler, atıştırmalıklar, kırların yolu tutuldu. Yarım saat sonra Pirinç çeşmeyi geçtiler. İlk olarak çimenlere uzandılar, sona yuvarlanmaya başladılar. Bütün fenalık ve ruhtaki sıkıntı ve iç daralması gitsin diye. Suna içten içe bir oh çekti, sanki o an o yuvarlanma ile içindeki bütün sıkıntılar gitmişti bile. Diğer kadınlar da aynı şekilde çimenlerde yuvarlanmakta idiler. Yüzler tebessüm ve içte bir hafifleme hissetti bütün mahalle kadınları, çocuklar bile. Her şeyin başı inanmaktı, onlar inanıyordu.
Çimenlerde yuvarlanma bittikten sonra, ağaçların olduğu tarafa yöneldiler. Bir nar ağacı buldular nar gibi çok soyum olsun diye dua eylediler. Nar taneleri çoktur, çok çocuk da iyidir, soyun devamıdır diye inanıyorlardı. Sonra dut ağacının olduğu yere gittiler, “dut dut ağrımı yut” dediler. Sırtı ağrıyan sırtını duta yasladı, böylelikle sırt ağrısının geçeceğine inanıyordu. En son çınar ağacına gittiler. Çınar ağacının gölgesine sığındılar, bu ataların sağlığı içindi, onların hep başlarında kalmaları için bir dua idi. Aynı zamanda çınar ağacının kökleri derinde, başı da göktedir bu dünyada oldukları süre içinde her daim kalıcı bir ad bırakmak için bir yakarıştı.
Suna bunları koca dedesinden çok dinlemişti, bu yüzden içi kıpır kıpırdı ve bilinçliydi de bu konuda, hem de küçük olmasına rağmen. Güneş neredeyese doğmak üzereydi. Işıkları bulutumsu belirsizliğin kenarından, köşesinden sızmaya başlamıştı bile. Bu demek oluyordu ki dua vakti sonlandı. Şimdi eve giderken doğanın bereketinden ödünç alma vakti idi. Pazı yaprakları ve diğer yapraklardan, çiçeklerden birer birer topladı herkes. Bazıları başına taç, bazıları da beline kemer yaptı. Bereketi eve götürmek üzere. Eve vardıklarında kapılara yeşillikler asıldı. Bereket evini buldu.
Suna koşa koşa evin kapısına envai çiçekler, bitkileri dizdi. “En güzel onların kapısı olmalıydı” diye düşündü. Annesi de asma yaprağı topluyor idi, her hıdırıellez sabahı asma yaprağından sarma yapardı. Suna pek severdi. Bugün yeşillenme günü idi. Öyle derdi annesi. Bu yemeğe bile yansırdı mutlaka.
Sıra hayvanların, ineklerin, kuzuların bereketlenmesindeydi. Babası küçük bir ateş yaktı bahçede, Suna bunu görünce koşa koşa yanına vardı.
Baba beni de bekle, bensiz ateşi yakma.
Koşma kızım düşeceksin, yavaş.
Nefes nefese kalmıştı. Saman otları ve küçük çalı çırpı ile ateş yakıldı ilk ev ahalisi üç defa atladı. Sonra inekleri ahırdan çıkardılar. İnekleri de yavaş yavaş küçük tütsülü ateşin üzerinden atlattılar. Babası “inşallah fazla süt verecekler” dedi. En son Suna kuzusunu getirdi ve onu da ateşin üstünden atlatmak istedi. Kuzu bir anda ürktü ve Suna’nın kucağından kaçıverdi.
Alacaaa! Kaçma gel alacaa, bu senin iyiliğin için, sana fenalık etmeyeceğim, yaramaz şey, gel buraya. Büyümen için bu ateşten atlamalısın. Hadii kuzum.
Alaca, komşunun bahçesine kaçmıştı. Karaman da onu kovalayıp havlıyordu. Suna koşup kuzuyu yakalamaya çalışsa da nafile. Yaramaz kuzu kaça kaça Suna’yı yordu ve en sonunda minik kızın ayağı bir taşa takıldı ve düştü. Dizi kanamaya başladı ama hiç ağlamadı, hemen kalkıp silkelendi ve sen bilirsin alaca o zaman sen de bu bereketten mahrum kal dedi kendi kendine.
Annesi, kahvaltıyı hazırlamıştı, bugün hiçbir iş yapılmazdı, tarlaya da gidilmezdi, bugün hıdırellezdi, şenlikti. “Ağır gün” diyordu babası, bugün için toprak sıcak günlere gebeydi. Bu yüzden tarlada çalışılmaz, başka işler de yapılmazdı. Suna bunu anlayamıyordu hâlâ.
Baba bugün yani Hıdır ve Ellez çok mu yemek yemiş de ağırlaşmış?
Babası bir kahkaha atarak;
Olur mu öyle şey kızım, çok yemek yemekle ilgili değil bugün eğer iş yaparsan başına bir kaza gelir çünkü bugün bizim bayramımız Hıdırellez. Gece biz uyurken Pirinç çeşmede Hızır ve İlyas dede buluşup etrafa bereket saçtı, o bereketin etrafa eşit bir şekilde dağılması için çalışmamamız gerekiyor. Bu yüzden ağır gün diyoruz.
Şimdi anladımmm!
Suna gözlerini cin gibi belertmişti;
Anne bakkk, ben çok ferahladım ve hafifledim çimenler bana iyi geldiğinden böyleyim değil mi?
Evet güzel kızım, bütün hastalıklarımızı toprak çekti ve sağlıklı bir bedenle, arınmış bir ruhla eve geldik.
Yaşasınnn, bir sene boyunca hastalanmayacağım, hastalansam bile çabuk atlatacağım.
Kahvaltı sofrası Suna’nın ilginç soruları ile şenlendi ve sonra kalkıp köyün meydanına indiler. Geceden gül dibine topraktan bir küp ile dilekler dilenip koyulmuştu. Onu oradan alıp dere kenarına gideceklerdi. Suna da dilek dilemişti, pembe güle mavi boncuklu bilekliğini nişan olarak bağlamıştı, onun olduğu belli olsun diye. Dileği, Türkiye’ye gitmekti. Suna hiç Türkiye’ye gitmemişti ve orasını çok merak ediyordu. Martılara simit atmak en büyük hayaliydi. Hem de vapura binecekti dileği kabul olursa.
Küpü köyün genç kızları alıp dere kenarına indirmek için yol alırken manici alayı da manileri arka arkaya söyleye söyleye arkadan geliyorlardı. Dere kenarına varıldığında Suna küçük kınalı ellerini birleştirmiş, gözlerini kocaman açmış dileğine karşılık manici başının ona bir mâni söylemesini heyecanla bekliyordu. Sonunda Suna’nın dilek gülü, mâni söyleyen kızın eline geldi:
Gelirsin karşı dağdan
Gidersin bu elden
Ne bakarsın bre kızım
Bekler seni uzak yoldan
Suna zıplaya zıplaya, koşa koşa manici başının yanına geldi.
Benim, benim, benim.
Dileğini alır almaz salıncağın yanına gelip sıraya girdi ve sallanmak için ona sıranın gelmesini bekledi.
Sıra ona geldi ve salıncağa bindi, sıkı sıkı tutundu, sallanırken elindeki dileği akar suya yani dereye atması ve onun hiçbir engele takılmaması gerekiyordu, yoksa dileği kabul edilmezdi. Küçük elleriyle dileğini en uzağa fırlattı, bir engele takılmamış görünüyordu. Çok sevindi, demek ki Türkiye’ye gidecekti. Mutluluktan ne yapacağını bilmiyordu.
Bir yıl sonra Suna gerçekten de Türkiye’ye gitti. Türkiye’ye halasını gelin verdiler ve zor şartlarda dahi olsa babası bir ineği satıp yol parasını denkleştirdi ve gittiler. Suna martıları da besledi, fotoğraf bile çekindi.
Her an Hızır ve İlyas’a dua ediyordu, sizin sayenizde dedeciğim diyordu. Suna şimdi seneye ne dileyeceğini düşünüyordu.
- Bu haber 05-05-2023 tarihinde yayınlanmıştır.