İlk Roketi Biz Uçurttuk
Tarih biliminin kurucusu sayılan antik Yunan felsefeci Herodot’a göre “Tarih tüm bilimlerin babasıdır” demiş. Ne kadar doğru, hem de külliyen doğru. Her bilim dalının altında tarih yatar, bu yadsınamaz gerçeği aklımıza iyice yerleştirmeden bilimde hiçbir hamleyi isabetli kılamayız. Önceden gelenlerin neyi nasıl yaptığını bilmezseniz devamlılığı, süreğenliği sağlayamazsınız. Tüm bilimlerde atılan her yeni adım, öncekisinin bir üstyapısıdır. Sadece eskiye yeni katmakla bir yerlere varabiliriz, aksine köksüz ağaçlar oluruz, temelsiz binalar yaparız. İnsanoğlunun bugün ulaştığı bilim ve teknoloji gelişim seviyesi, evvel yapılan atılımların bir devamıdır. Bundan sonra da, gelecekte insanlığın refahına hizmet amaçlı yeni bilimsel ve teknolojik buluşlar tarihten gelen bir sürecin neticesi olacaktır şüphesiz. Tarih bilincine sahip olmadan gerçekleştirmeye çalışacağımız tüm çabaların suya düşmesi kaçınılmazdır. Tarih bilincimiz yoksun ve eksik olursa tüm gayretlerimiz mağlup olmaya mahkumdur. Bu tutum ve yaklaşım sadece bilim ve teknoloji için değil, sanat için de geçerlidir. Çünkü uğraştığınız sanat dalının geçmişini, eskilerden günümüze kadar gelişim sürecini tanımazsanız o sanat dalında başarılı olmanız olanaksızdır.
Demek ki tarihi çok iyi bileceğiz. Ancak burada çok ince bir çizgi var. Tarihte yaşamak, tarihle yaşamak ile bugünle yaşamak arasındaki münasebet. Geçenlerde duyduğum bir düşünceye göre “Batı bugünle yaşıyor, oysa biz tarihle yaşıyoruz, onun için onlar ilerde”. Bu düşüncedeki doğruluk payı kanımca hayli yüksek, üzerinde çok ciddi durmamız ve bu meseleyi iyice incelememiz gereken bir sav olarak kabul etmemiz, geleceğimiz açısından son derece yararlı olacağı kesindir.
Bir kere iyi bilmeliyiz ki tarihi tamamen reddetmek bizi uçuruma götürür. Tarihte değil, ama tarihle yaşamamızda bence bir sakınca olmamalı, hatta bu olgu gücümüze güç katar. Elbette bugünle de yaşayacağız, pek doğal, zamanımızın ruhunu iyice kavrayıp, diğerlerini taklit etmeksizin, devire ayak uydurmak, hatta üstüne çıkmak hedeflerimizdendir. Ancak bu ince çizgiye dikkat ederek onu iyice kavramak ve benimsemekle yolumuza açıklık ve netlik kazandırmış olabiliriz. Aynı zamanda hem geçmişle hem de bugünle yan yana yaşayabilsek ne de güzel olur diye düşünüyorum. Sadece bugüne kapılıp, geçmişi bir kenara atmış olursak eğer, milli kimliğimizden olabiliriz, haşa! Bu çok büyük tehlikelere yol açar. Diğer yandan ise sadece geçmişimizle oyalanıp bugünümüzü milli menfaatlerimiz doğrultusunda örgütleyemezsek yine kimlik konusunda muvaffak olamama infilakını tetikleyebiliriz. Çünkü bugünün ruhu dünü yarına bağlayan kaçınılmaz bir geçittir. Tüm faaliyetlerimiz, dün ile bugün arasında kurulmuş kadersel bir köprüden geçmeli ki ürün versin.
Derken, tarihimiz ile bugünümüz arasında sıkışıp kalmayalım sakın! Kalmayacağız, eminim. Kimine göre bu mecra ikilem (dilem) gibi görünse de, geçmişi bugünle bağdaştırarak yeni çıkış yollarımızı, yeni Ergenekonlarımızı gerçekleştirip yeni çağdaş destanlar yazmaya talip bir milletiz. Hem geçmişle hem bugünle yaşamak ikilemi, aslında bir ikilem olarak görülmemeli. Tarihi, modern zamanla harmanlayıp ikilem gibi görünen bu durumun üstesinden gelebiliriz. Geçmişimizi yaşamak ile bugün var olmak arasında katiyen bir zıtlık söz konusu değil ve olamaz. Bu ince çizgiye, yani bu sözde ikileme büyük hassasiyet göstermeliyiz ki yolumuz açık, istikbalimiz sağlam olsun.
Günümüzün maddi ve manevi tuzaklarına düşmememiz için milletleri millet yapan öğelerden en önemli olanlarından birisi olan tarihimizden öğrenebileceğimiz çok şeyler var. Özellikle de milli kimliğimizi korumakta direnç göstermek gibi yüce bir vazife düşüyor üzerimize, buysa tarih şuurunun varlığıyla bağlıdır. Geçmişini bilmeyen milletin geleceği de yoktur. Ancak sadece tarihimizle yaşamak ve onunla böbürlenmek de yetersizdir, bunu da göz ardı etmemek lazım. Tabi ki tarihin akışını alt-üst eden atalarımız kıvanç kaynağımız olacak, ama bugünün şartlarında var olarak zamanımızın ruhunu iyice kavramak, etki altında kalmamak ve kimliğimizi korumak şartıyla bu “ikilem” sadece lehimize olacaktır.
Bugün dünün tabii bir sonucudur. Yarın da, bugünün bir sonucu olacaktır. Dünyanın birçok güçlü milletleri söz konusu ikilemi çözmüş gibi görünüyor. Biz Türkler hala bocalanıyoruz. Allah zihin açıklığı versin, durum vahim. Tarih tekerrürden ibarettir. Tarih ile olan bağlantımızı koparmak, bizi bugün olup bitenleri anlamamaya götürür. Tarih ölü bir şey değildir, canlıdır. Dünya tarihinde vuku bulmuş birçok hadise, birçok şey bir bakarsınız yeniden oluveriyor. Onun için evvelden olagelmiş olaylardan habersizseniz bugünün şartlarında tarihi yanlışlarınızı tekrarlarsınız, olası bir tehlike karşısında nasıl önlem ve tedbir alacağınızı bilemezsiniz. Böylece geçmiş ve bugün, asla bir ikilem oluşturmaz, tam aksine birbirini tamamlayan iki kavramdır.
Bendeniz tarih meraklısıyım, hem de fanatizm düzeyinde. Genelleme yapacak olursak, Türk milleti tarihine düşkündür. Tabi ki tarihimizle yaşayacağız. Atatürk’ün dediği gibi Türk milleti atalarını daha iyi tanıdıkça, yeni kuvvet ve ilhamlar bulacaktır. Burada “Batı bugünle yaşıyor, oysa biz tarihle yaşıyoruz, onun için onlar ilerde” cümlesini tekrar ediyorum. Bizler sadece tarihle değil, bugünle ve dahası gelecekle yaşamaya başladık diyebilmekteyiz. Milli kültürümüzü çağdaş medeniyetin üstüne çıkarmak için bu yolda daha çok iş bizi beklemekte. Batı’nın ise sadece bugünle yaşadığına inanmak bir gaflettir. Batı’nın hızlı ve büyük gelişmesini tam da bu ikilem gibi görünen denkleme iyice hakim olmalarına bağlıyorum. Bugünü ve yarını inşa ederken Batı kendi ve hatta tüm dünya tarihini inceden inceye irdeliyor. Batı yaşadığımız bu devri şekillendirirken tarihe hem de nasıl eğiliyor, ayrıntıları inceliyor. Böylece diyebiliriz ki Batı da geçmişle yaşayan bir alemdir. Ancak burada eklemek istediğim husus, Doğu milletlerinin Batı’ya nazaran tarihlerindeki çok daha zengin manevi köklere sahip olmasıdır. Maddi ve manevi gelişme yan yana olmalı, oysa Batı sadece maddi gelişmelere imza atarken manevi çöküşünü engelleyemiyor. Maneviyat yoksunu Batı, gençlere ahlaksızlığı ve sadizmi empoze ediyor, bilim ve teknolojideki üstünlükleri yanısıra şiddeti tüm dünyaya bir yaşam tarzı olarak yayıyor. Diğer sözlerle ruhani alternatiflerini bulmakta bayağı zorlanıyor. Bu yüzden maddi-manevi dengesini kuramayanlar, bir gün gelecek hüsrana uğrayacaklardır.
Biz Türkler olarak bu işten nasıl çıkacağız? Yahya Kemal en güzel cevaplardan birini vermiş: “Biz kökü mazide olan atiyiz”. Yeni nesillerimizin tarih şuurundan yoksun kalmamalarına dikkat edip, tarihin akışını değiştirmiş bir milletin mensupları olduklarını hatırlatıp bunun farkında olmalarını sağlamak için kendimizi donatmalıyız. Dünya tarihini temelden değiştirmiş ve kökten etkilemiş olan bizler çocuklarımıza geçmişle yaşamalarını öğretirken, günümüz yenidünyanın kazanımlarından yararlanmalarını asla engellemeyerek modern dünyadan bir adım bile geri kalmalarına izin vermemeliyiz. Evet, biz geçmişle yaşıyoruz, ancak bugünü de yakalamaya çalışıyoruz, bugünle yaşamaya alışmaya başlıyoruz. Uzun ince bir yolda yürüyoruz. Günümüz dünyasının kapılarını açıp geleceğe dalmak ve yeni maddi ve manevi fetihlere koşmak kader çizgimizdir.
Tarih ile günümüze damgasını vuran yüksek teknolojiyi bir araya getirmişken, tarihte ilk roketi bizim yaptığımızı kaç kişi biliyor diye sormak istiyorum: “ABD'de yayınlanan Weekly World News adlı dergi, dünyada insanlı ilk roketi ABD'lilerden 330 yıl önce 1633'te Türklerin İstanbul'da fırlattığını yazdı. Haberini, Norveç Havacılık Müzesi Müdürü Mauritz Roffavik'in açıklamasına dayandıran dergiye göre, Hasan Çelebi adlı Türk, barutla çalışan iki katlı roketi 1633 yılında yaptı. Bu roket ateşlendikten sonra denize düşmeden önce 2,5 km yol aldı. 30 metre boyundaki roketin orta bölümüne yerleşen Hasan Çelebi de ilk kez gerçek anlamda roketli uçuş yapan insan oldu. Hasan Çelebi'nin roketinin ana motorunun çevresinde 6 küçük motor daha bulunduğunu ve bu küçük motorların, roketi havaya yükselten ilk kademeyi oluşturduklarını anlatan Norveçli Roffavik, ‘‘İlk kademede yer alan bu roketlerin yakıtı tükendiğinde, ikinci kademeyi oluşturan ve daha büyük olan ana motor devreye girdi ve roketin daha da yükselmesini sağladı’’ dedi. Roffavik, 300 metre yükseğe ulaştığında, Çelebi'nin roketi terk ederek, havada kaymasını sağlayan ve bir tür paraşüt olan araç yardımıyla yavaşça denize indiğini kaydetti. Osmanlı'da roket birlikleri varmış, ünlü enstitü bu iddiayı doğruladı. Derginin haberine göre, Norveçli Roffavik'in ilginç açıklaması, Smithsonian Enstitüsü Uzay Araştırmaları Bölümü Başkan Yardımcısı Frank Winter tarafınca da doğrulandı. Winter, ‘‘Türk roket adam Hasan Çelebi'nin 1633'teki denemesi şimdiye kadar kayıtlara geçen ilk insanlı uçuş denemesidir’’ dedi.
Aktardığım bu satırlar, “dün-bugün” ikilemine kapılmamıza yer bırakmayacak nitelikte sadece bir örnek teşkil edebileceğini düşünüyorum. Biz geçmişle yaşarken bile bugünden uzak değiliz. Geçmişimiz ile bugünümüz arasında kuracağımız yeni bağlar bu gibi olası ikilemleri ortadan kaldıracaktır. Evet, ilk roketi biz uçurttuk, ancak bugün durum nedir? Bu soruya cevaben yakınlarda çıkan bir haberi aktarıyorum: “Türkiye sahip olmayı planladığı uydu programlarını sürdürülebilirliğini desteklemek ve uzaya bağımsız erişebilmek maksadıyla uydu fırlatma merkezi yapımı sözleşmesi imzalanması sonrasında proje batılı ülkeler tarafından dikkatle izlenmeye başlanmıştı. Ulusal Uydu Fırlatma Programı gereğince, TAI uyduların yapımı ve montajında, Roketsan uyduların fırlatılması ve 500 ile 700 km mesafede yörüngeye oturtulması konularında çalışma yapacaklardır. Uyduların kullanımı Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda olacak. Ancak yabancı diplomatlar ve stratejik uzmanlar Türkiye’nin uydu fırlatma sistemi projesi ile alakalı olarak Türkiye’nin başka amaç ve hedefleri olduğunu belirtiyorlar. Ankara da batılı bir büyükelçi, NATO müttefikleri gelecekte Ankara’nın 2 bin 500 km menzilli füzeleri ve fırlatma rampaları yapmayı planlamasından tedirginlik duyduklarını açıklamıştı.”
Evet, bugünü yakaladık sayılır, bugünle yaşıyoruz artık, böylece ileri seviyeye ulaşmış ülkelere hep daha yakınız. Ancak bu yeterli değil, daha çok kat etmemiz gereken yol var, sahip olduğumuz gücü her alanda göstermeliyiz.
Biz Makedonya Türkleri Türkiye’nin gelişmelerine sevinirken bununla yetinmemeliyiz. Biz ne yapıyoruz diye kendimizi sarsmalıyız. Şimdilik uyuyoruz. Bunu neden söylüyorum? Bir avuç bizler o kadar bölünmüşüz ki toplum olarak zamandan geri kalmamak için gerekli birliği hala temin edemiyoruz. İş, geçmişinden güç ve ilham alacak bireylere düşüyor ki bireyciliği şimdilik tek ümit olarak görüyorum. Günümüz alametlerinden gerekli dozda istifade ederek Batı’dan sadece işimize yarayacak şeyleri alacağız, ahlaksızlığı değil! Yeniliklere açılmak, tabi ki, ama biz kalmak şartıyla, türlü olumsuz tesirlerin altında kalmamaya dikkat ederek benliğimizi yitirmemek, asimile olmamak, erimemek ve kimliğimize dokundurmamak! Taklitten kaçınarak milli özümüzü tamamen muhafaza etmeliyiz. Ve sonunda geçmişi ve bugünü yan yana oturtmasını iyi bileceğiz ve hiçbir ikilem kalmayacak.
Aslında böyle bir ikilem hem var, hem yok. Var - çünkü birçok toplum geçmişten gelen gelenekler yüzünden ilerleme sağlayamıyor, yok – çünkü bazı toplumlar aynı zamanda hem geçmişle yaşıyor hem yüksek gelişme düzeyine ulaşmış bulunuyor.
Türk dünyasının önemli ve vazgeçilmez bir parçası olarak biz Makedonya Türklerinde her alandan, her meslekten tüm genç ve yaşlı potansiyellerimizi bir araya toplayarak milli stratejimizi belirlemek ihtiyacı duyuluyor. Böyle olası bir kuruluşta herkesten düşünce almak ve her alanda laboratuvarlar kurarak milli proje ve çalışmalara imza atalım ve önümüzde duran bu varsayılan ciddi “ikilem”i yenelim!
Tarihin ve bugünün iç içe yaşandığı Üsküp Türk çarşımızı söz konusu ikilemi çözmüş canlı bir delil olarak algılıyorum bazen. Ne yazık ki çarşımızın dokusu yavaşça dağılmaya başlıyor ve tarihi bugünle bağlayacak misyonunu yitiriyor gibi.
Geçmiş ve bugün birbirinden ayrılamaz, böyle bir ikilemi yok saymamız gerek! Hem geçmişle yaşayacağız, hem de ileriye gideceğiz. Tarihin güncellikle bir bütünlük oluşturduğunu gösteren somut bir örnekle yazımı bitireyim: 1917’de İngilizler Kudüs’ü Osmanlıdan alınca bir İngiliz generali Salaettin’in kabrine ayağıyla basarak “Şimdi kalk Salaettin seni göreyim” demiş. Olayın 100. senesinde, bu 2017 yılında, bu olayın geçtiği günden birkaç gün sonra ABD Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımaya karar verdi. Bu bir tesadüf olabilir mi?
Oynanan türlü oyunlar karşısında, kazasız belasız bir şekilde tüm badireleri atlatarak, geçmişi bugünden ayırmadan, milletimizin önüne yerleştirilen tüm benzer ikilem hayaletlerini bertaraf etmek temennileriyle, ikilem varsa bile, onu ikilem olmaktan çıkarmalıyız ki yarınlarımızı tesadüfe bırakmayalım.
- Bu haber 11-12-2017 tarihinde yayınlanmıştır.