"Gönlünü Kırana Gönlünden Bir Damla Ekle…"
Gönlünü kırana gönlünden bir damla ekle…
(Fahri Ali)
1985 kışı ya da bir yıl öncesi… Üsküp gene beyaz gelinliklerini giymiş, aklanmış paklanmış… Hava buz gibi ama içimiz sıcak. Beş yaşlarındayım ya da dört… Lapa lapa kar yağıyor. Benden iki buçuk yaş küçük kardeşim ve ben kızağın üzerindeyiz. Babam bizi çekiyor… Annem başına beyaz yün bir atkı geçirmiş babamın yanında yürüyor.
“Türkan sen de otursana kızağa”
“Olur mu Fahri ya, ağır oluruz, çekemezsin”
“Otur otur. Siz bana ağır gelmezsiniz”-diyor babam.
Annem de oturuyor…
Mutluluk görüyorum yüzünde. Ömür boyu zayıf incecik bir adamdı zaten. Şaşkınlıkla bakıyorum ince uzun yüzüne. Gerçekten nasıl çekecek üçümüzü? Nereden buluyor bu gücü? Sonra birer yıldız gibi parlayan gözlerine bakıyorum.
Şimdi anlıyorum, yüreğinden alıyordu bu gücü…
Koca yürekliydi babam. Ve biz ona hiç ağır gelmedik…
O zamanlar aynı mahallede oturuyoruz Suat (Engüllü) amcamlarla. Bizi Suat amcamların evine kadar çekiyor… Üzerimize yağan kar hepimizi kocaman bir kar topuna çeviriyor. Gözlerimiz kar topunun ışıldağı gibi. Gözlerimiz mutlu bakıyor. Gülüyoruz halimize.
Suat amca demişken, ne çok anlatırdı Suat amcamı…
“Sema kızım Suat şurada bir yerlerde oturuyormuş, Gayrettepe’de. O kadar çok gitmek istiyorum ki, ama görüşmedik işte uzun zaman, nasıl olacak acaba… Gider miyiz gideriz di mi?”
“Gideriz baba, gideriz sen şimdi terapini al, biraz iyileş, elbette gideriz.” Gidemedik. Ama o gitti biliyorum, hayallerinde uzun uzun konuştu dostuyla, eski günleri tekrar tekrar hatırladılar, Orhan Veli tiyatro topluluğunu kurdukları günleri anımsadılar…
İstanbul’dayız. Hastalığı ağır, terapi alıyor ama hastalığının ne olduğunu söylemiyoruz kendisine. Söylemiyoruz çünkü onun kadar hayatı seven, insanları seven yok. Ya da ben tanımadım öyle birini. Varsın bilmesin dedik ama biliyordu. Biliyordu ve buna rağmen aldırış etmiyordu. Ne hastalığı? Ne ağrısı? Yok öyle bir şey.
“Hayat güzel kızım, yaşamayı bilene hayat çok güzel. “
Hoşça kalın dostlarım benim
hoşça kalın!
Sizi canımda
canımın içinde,
kavgamı kafamda götürüyorum.
Terapi alırken dökülüyor Nazım’ın şiiri ağzından. Nazım’ın Veda resitalini anlatıyor heyecanla.
“Başka bir oyun oynayacaktık, oyuncular ortada yok. Seyirci toplanmış, ben de ne yapayım, aldım elime bir meşale, taktım kulağıma bir kalem, çıktım sahneye. Başladım Veda şiirini söylemeye… Meşalenin sıcağı gözlerime değiyor, gözlerimden yaşlar akıyor, dökülüyor mısralar… Ben ağlıyorum, şiir ağlıyor.”
Anlatırken gözleri gülüyor gene. Çocuk gibi. Bu nasıl bir aşk, bu nasıl bir heyecan. Şiir için, tiyatro, edebiyat için konuşabileceği birini buldu mu bırakmaması bu yüzden. Bıraksan günlerce konuşacak, yemeden içmeden konuşacak.
“Hayat dert dolu ama dertleri unutmanın en iyi yolu iyi düşünmek, iyimser olmak. “
Hep böyle konuştu, hep iyimser baktı hayata. Dertlere göğüs gerdi, yüreğini koydu orta yere, koca yüreğini hiçbir dert yenemezdi.
Ah Birlik, ah büyük yara. Gazetenin kapanışı mı desem, gazeteyle birlikte Türklerin birlik olmaktan çıkışı mı… İşte babamın en büyük iki acısı.
“Ağlıyor musun baba?”
“Ağlıyorum kızım”
“Niye?”
“Birlik için”
“İşsiz kaldınız diye üzülme, sen hani derdin ya, her şey güzel olacak diye”
“Ah be kızım keşke işsiz kaldık diye üzülsem, Birlik benim işim değildi ki… Birlik benim de değildi. Bizimdi. Biz neredeyiz peki? Biz niye susuyoruz? Bizim sesimiz, sözümüz sustu kızım.”
Sustum. Sustum çünkü ne söyleyeceğimi bilemedim. O hep iyimser bakan adamın yüreğinde koca bir yara açılmıştı. Ve o yara hiç kapanmadı. Birlik kapandı. Söz bitti. İnsanlar değişti. O açık yürekli ince adam kapattı kendini insanlara ama o bitmek bilmeyen iyimserliğini hiç kaybetmedi.
Kara ekmek telaşında insan
Tuhaf mı tuhaf bu hayat
Şimdi mısralarımda ne nazımın sesi var
Ne orhanın sesi
Kara ekmek telaşı
Yaşamak dengi.
Bir zamanlar yazdığı bu şiiri birkaç kez okudu sonra açtı bilgisayarı ve bir şiir yazdı Birlik için. Tamamı hiç yayınlanmadı.
“Niye yayınlamak istemiyorsun baba.”
“Boş ver kızım. Kimseyi küstürmeyeyim şimdi. Bırak şiirimde kalsın küskünlüğüm.”
Birlik hayattı babam için, bura Türklerinin derdiydi, sesiydi, yarınıydı.
Birlik demişken Ali (Kubur) amcam geldi aklıma. Yıllarca Fahri-Ali ikilisi oldular. İki arkadaş iki arkadaşla evlendi. Hiç ayrılmadılar. Yıllar yılları kovaladı. Önce Ali göçtü sonra Fahri… Belki kavuşmuşlardır, kim bilir.
İstanbul’da gördüğü terapide eskilerden konuşuyor hep. En son Ali amcamdan konuşmuştuk işte… Şimdi babamla annem aynı mahallede oturuyorlarmış da, babam anneme daha çocukluğundan göz koymuş, onu alacakmış da, Ali amcamın annemin arkadaşı Münevver’e gönlü kaymış da, dörtlü birlikte çıkmışlarmış da… Ah bi de şu işe bakın annemle babam Ali amcamla Münevver teyzemden önce evlenmişler.
“Bugün kimi anlatacaksın baba? “
Başlıyor can dostlarını anlatmaya, Alaettin’i (Tahir), Niyazi’yi (Samet), Emin’i (Nurettin), Arif’i, Aziz’i, Enver’i (Ahmet)… Yetmiyor. Tanıdığım tanımadığım birçok arkadaşından bahsediyor. Sonra lafı kardeşlerine, yeğenlerine getiriyor. Sonra başlıyor annemi anlatmaya. Nasıl bir sevdadır bu diye düşünüyorum. Bir sevda kırk yıl aynı kalır mı bir insanın yüreğinde… Beyaz bir sevdaydı babamınki…
Ve laf dönüyor dolanıyor halkına geliyor… İnsanına, Üsküp’üne, Makedonya’sına, Yörük’üne, toprağına, diline, o hiç sevmediği göçe…
Ve başlıyor gene bir şiir mırıldanmaya…
“Gönlümü gönlümden
yüreğimi yüreğimden koparan
kocaman bir dağ gibiydi göç
sevmedim
sevemedim.
Tarihin sesinde varız”
Buğulanıyor gözleri. Biliyorum benim de göçüp gitmemi kaldıramıyor yüreği. Ama ben onun kızıyım. Uzakta da olsam bir yanımın hep buralarda kalacağını biliyor. Belki de sözüm kalacak, babam gibi…
Bu kış ağır geçecekmiş gene. Çok kar bekleniyormuş. Kar tanelerinin her birinde bizi kızakla çeken babamı hatırlayacağım. Ve gene aynı soruyu soracağım.
Ah be koca yürek hiç mi ağır gelmedi sana bu dünyanın yükü? Nasıl başardın her zaman herkesi kucaklamayı, nasıl başardın her zaman insan kalmayı…
Sema Ali Erol
Üsküp, 25 Ağustos 2016
- Bu haber 30-08-2016 tarihinde yayınlanmıştır.