Srebrenitsa Cehennemi
Yazan: Erhan Türbedar
Yıl 1992. Bosna-Hersek’te karanlık sabahların doğmaya başladığı, gece sessizliğini çığlıkların bozduğu, silahların konuşmaya başladığı bir yıl. Ümitler, karşılıklı güven ve saygı ülkesi Bosna-Hersek’in, nefret, açlık, işkenceler ve ölümler ülkesine dönüştüğü bir yıl. Bosna’da uzun sürecek bir kâbusun başladığı ve dünyanın seyirci kaldığı bir yıl. Bir zamanlar evleri, mutlulukları olan Boşnakların göç yoluna düşmesini; evlerinin yerini küller, mutluluklarının yerini ise korku, endişe ve gözyaşının almasına müsaade eden bir dünya. Çocukların oyun yerlerini taze mezarların almasına, Drina nehrine Boşnak kanının yeniden dökülmesine göz yuman dünya. Kendi kendine soykırıma bir daha asla izin vermeyeceğine dair söz vermesine rağmen, Srebrenitsa’da böyle bir kötülüğün yaşanmasına izin veren bir dünya.
Srebrenitsa soykırımından 23 yıl sonra da, en sevdiklerinin cesetlerinin bir gün bulunacağı ümidiyle, anneler Srebrenitsa cehennemini yaşamaya devam ediyor. Çocuğunun evlenmesine, mutlu bir geleceğe sahip olmasına sevineceğine, Srebrenitsalı anneler, çocuklarının kemiklerinin bir gün bulunmasına ve mezar yerinin belli olmasına ancak sevinebiliyor.
Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi, Srebrenitsa’da yaşanan trajediyi değişik davalarda tüm ayrıntılarıyla belgeledi. Uluslararası Adalet Divanı’yla birlikte, Srebrenitsa’da yaşananların bir soykırım olduğunu kanıtladı.
Sadece mahkemeler değil, açılan toplu mezarlar da Srebrenitsa’da yaşanan trajediye şahitlik etti. 101 yaşında kör bir nineyi, 29 günlük bir bebeği bile toplu mezara gönderebilen korkunç bir caniliği gösterdi. Allah ise, Boşnaklar üzerinde kurşuna dizme gibi işlenen tüm kitlesel cinayet vakalarından en az bir kişinin hayatta kalmasını sağladı. Böylece, tanıklık edebilecek birileri bulunduğu için, gerçekler gizlenemedi.
Gerçeğe her şeyden evvel, oğullarını, babalarını, eşlerini ve diğer yakınlarını yıllarca aramakta olan on binlerce ailenin ihtiyacı var. Boşnakların başına gelenleri bir türlü anlayamayan veya anlamak istemeyenlerin de bu gerçeklere ihtiyacı var. Sırf değişik isimler taşıdıkları ve tanrıya farklı bir şekilde dua ettikleri için Boşnakların öldürülmesine göz yummuş olanların da gerçekleri görmeye ve hatalarını kabul etmeye ihtiyacı var.
Kurbanlarını bir kez öldürdükten sonra cinayet yerlerine geri dönen, birkaç bin kurbanın gömülü olduğu mezarlara tarak makineleri ve buldozerlerle girip cesetleri çıkaran, ardından bu cesetleri kamyonlara yükleyip ikincil mezarlar ve diğer yerlere nakleden Radovan Karaciç ve Ratko Mladiç gibi savaş suçlularının kutsanmasına müsaade eden zavallıların da gerçeklere ihtiyacı var. “Faşizm” adlı kötülüğün Avrupa içinde hâlâ yer bulduğunu bir türlü anlayamayan; uyuyan, uyuşturulmuş ve değişik çıkarlarla bölünmüş olan Avrupa’nın da gerçeğe ihtiyacı var.
Srebrenitsa sadece rakamlardan ibaret değil. Srebrenitsa sadece savunma hakları elinden alınan Boşnakların acımasızca katledilmesinin hikâyesi değil. Srebrenitsa, sadece korkaklığı ve insafsızlığıyla tarihe geçen Hollandalı taburun veya çalışmayan bir Birleşmiş Milletlerin anlatımı da değil. Srebrenitsa, Potoçari’deki şehitler vadisine yansıyan, bir milletin ve varoluş izlerinin yok edilmesi üzerine kurulan bir plandır. Srebrenitsa, Potoçari’deki mezar taşlarına dağılan büyük bir acının sembolüdür.
Boşnak gazeteci Almasa Hadziç’in not ettiği, Naziya Beganoviç isimli annenin anlattığı şu olay, binlerce acı hikâyeden yalnızca biri:
“… Birkaç gün boyunca köy etrafında bulunan ormanda gizlendik. Ardından, yerel polisler ve Sırp komşularımız, bize ormandan çıkın çağrısında bulundu. Bize söylenen, güvenli Tuzla kentine gönderilmemiz için, hepimizin köyde toplanmamız gerektiğiydi. Başımıza kötü hiçbir şey gelmeyeceğine dair güvenceler verildi. Onlara inandık. Aramızda birkaç bin kadın, çocuk, ihtiyar ve yetişkin erkek vardı.
Ormandan çıktığımızda, erkek ve kadınları birbirinden ayırmaya, ardından erkekleri, hâlihazırda bekleyen otobüs ve kamyonlara doldurmaya başladılar. Önce eşim Mustafa’yı götürdüler. Onun arkasından çocuklarım Muriz, Beriz, İdriz, Feriz, Ramo ve Fahrudin’i de götürdüler. Ben kenarda duruyor, ağlıyor ve titriyordum. Bir anda, çocuklarımı yükledikleri kamyona doğru koştum. Onları bir daha hiçbir zaman göremeyeceğimi düşünerek, Sırp subayını, bari bir çocuğumu bırakması için yalvarmak istedim. Sonra aniden durdum. Sırp subay bana hangi çocuğumu istediğimi sorarsa ne diyeceğim? Ona şu çocuğumu bırak, diğerleri gitsin nasıl diyebilirim. Çocuklarım bana, “anne onu bizden daha çok mu seviyorsun” sorunu sormaz mı? O yüzden yapamadım. Ağlıyor ve karar veremiyordum. Çocuklarımı elleri kafalarının üzerindeyken kamyona bindirdikleri sırada öylesine donup kaldım. Onları götürdüler ve artık kendilerini hiç göremedim. Şu anda, ailemin ve soyumun tek erkeği olan torunumla yaşıyorum…”
Naziya Beganoviç gibi annelere bir adalet duygusu bile veremeyen insanlık utansın.
- Bu haber 11-07-2018 tarihinde yayınlanmıştır.